Translate

14 Nisan 2014 Pazartesi




                               MUTLU YILLAR ADRİEN BRODY

 Adrien Brody Kimdir ? Adrien Brody, tarih profesörü ve ressam olan Elliot Brody ve ünlü foto muhabiri Sylvia Plachy'nin çocukları olarak; Woodhaven, Queens,New York'ta, 14 Nisan 1973'te dünyaya geldi. Babasının anneannesiMuseviydi, annesi ise Macaristan doğumlu bir Katolikti.

Annesinin çektiği fotoğraflarda sık sık yer alarak kamera karşısında rahat olmaya alışan ve daha çocuk yaşta aktör olmayı kafasına koyan Adrien Brody, 12 yaşında arkadaşlarının doğum günü partilerinde, The Amazing Adrien adıyla sihir gösterileri yapardı. Bu yeteneği, onu izleyen annesinin dikkatini çekti ve böylece oyunculuk eğitimialmasına karar verildi. Önce American Academy of Dramatic Arts'da çocuklar için düzenlenen haftasonu programlarına katıldı daha sonraNew York'ta, Fiorello H. LaGuardia High School of Music & Art and Performing Arts'da oyunculuk eğitimi aldı.
1980'li yıllarda bazı Broadway yapımlarında ve kısa bir süre Mary Tyler Moore ile birlikte, Annie McGuire adlı TV dizisinde rol aldı. Brody,1989 yapımı Woody Allen'ın New York Stories adlı filmindeki küçük bir rolün ardından, 1993 yapımı Steven Soderbergh filmi King of The Hill'de seyirci karşısına çıktı.

1998 yapımı Restaurant adlı filmdeki performansı ile Independent Spirit Ödülü'ne aday gösterildi. 1998 yapımı Terrence Malick filmi The Thin Red Line (İnce Kırmızı Hat)1999 yapımı Spike Lee filmiSummer of Sam ve 2000 yapımı Bread & Roses (Ekmek ve Güller) filmleri ile oldukça tanınan bir yüz haline gelen Brody, uluslararası arenada dikkate alınan aktörler arasına girdi.


Amerikalı aktöre dünya çapında bir şöhret ve birçok ödül kazandıran film ise Roman Polanski'nin 2002 yapımı filmi The Pianist (Piyanist) oldu. II. Dünya Savaşı yıllarında, Wladyslaw Szpilman adında çok yetenekli Polonyalı, Yahudi bir piyanistin Varşova'nın arka sokaklarındaki hayat mücadelesini başarıyla canlandırdığı rol için; oturduğu daireden ve arabasından vazgeçerek aylarca içine kapanık bir yaşam süren, piyanoda Chopin çalmayı öğrenen, 13 kilo kaybeden ve yaşadığı stres sonucu uzun süredir beraber olduğu sevgilisinden ayrılan Adrien Brody, filmdeki performansı sonucunda 2002 yılında en iyi erkek oyuncu Oscar'ının sahibi oldu. Ödülünü vermek üzere onu çağıran aktris Halle Berry'i öperek salondaki herkesi şaşırtan ünlü aktörün yarıştığı diğer adayların tümü öncedenOscar kazanmış aktörlerdi (Nicolas CageMichael CaineDaniel Day LewisJack Nicholson). Ayrıca, aynı performansıyla en iyi aktördalında National Society of Film Critics ve Boston Society of Film Critics ödüllerine de sahip oldu.
2005 yılında The Jacket adlı filmde canlandırdığı Jack Starks ve Peter Jackson'ın yönettiği King Kong adlı filmde canlandırdığı Jack Driscoll karakterleriyle başarılı kariyerine devam eden Brody, ayrıca Tori Amos'un A Sorta Fairytale adlı ilginç müzik videosunda da rol aldı.

Gereğinden fazla cesur olan Brody'nin, duvarların üzerinde yaptığı küçük gösteriler sonucu birkaç kez burnu kırıldı. 1992 yılında geçirdiği motosiklet kazasında, bir arabanın üzerinden uçarak asfalta çakılan ve tekrar burnunu kırarak ciddi şekilde yaralanan Amerikalı aktörün iyileşmesi uzun zaman aldı.
2004 yılında Esquire Dergisi tarafından Amerika'nın en iyi giyinen adamı seçilen Adrien Brody, Sky Nellor ile birlikte yaşıyor ve Ceeloadında chihuahua cinsi bir köpeği var.







                                   Çok beğendiğim sinema makaleleri ile devam edelim ...











Sanatçıların, filozofların, sanatla ilgilenen insanın kısacası sanat üzerine düşünme etkinliğinde bulunan herkesin sanatın amacı, kaynağı üzerine mutlaka bir fikri vardır. Bu fikirleri yönlendiren soruların içinde en popüleri “ Sanat ne içindir?” sorusu olmakla birlikte, iki temel cevap adeta sanat üzerine düşünenleri iki kutba toplamıştır. Bunlardan biri “Sanat, sanat içindir.” Derken diğer “ Sanat, toplum içindir.” Görüşünü savunmaktadır. İlk düşünce sanatın toplumdan bağımsız, yalnızca bireysel, bireyin içine dönük ve birey için olduğunu öne sürer, diğerindeyse tam tersi sanatın toplumun şartlarından doğup, toplumu yönlendirme, eğitme, yüceltme vb. amaçlar taşıdığı savunulur. Oysa esasen sanat, sanatçısının içinde yaşadığı toplumun tüm şartlarından bütünsel anlamda etkilenen, bu toplumun bir parçası olan bireyin içinde şekillenen ve ortaya çıktığı ilk andan itibaren tek tek bireylerden başlayarak, toplumun tümüne etkiyen, onu şekillendiren, yeri geldiğinde yücelten, yeri geldiğinde sürüleştirip, tek tip insan yaratma amacına hizmet eden, insansal bir etkinliktir.
Sanat genelinde yapılan bu yargı, içinde estetik kaygı barındıran tüm insan ürünleri için geçerli olmakla birlikte, toplumla ilişkilendirildiğinde, ciddi anlamda karşılıklı etkileşim barındıran birkaç sanat dalı daha öne çıkmaktadır. Sanat ve toplum ilişkisinde belli bir derecelendirme yapılırsa, edebiyat ve edebiyatın bir alt kategorisi sayılan tiyatro ve görsel sanatlar içinde de en belirgin olan sinema başı çeker. Aslında sinemanın ne kadar sanat sayılıp sayılmadığı süregelen bir tartışmadır. Ancak estetik kaygı, nitelik ve üretim bakımından ve sonuçları itibariyle insanın hayatında birinci dereceden etkiyen bir üretim aracı olması açısından toplumla iç içe bir süreç olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.
Diğer tüm üretimler gibi sinema da toplumdan kaynaklanır ve topluma geri döner. İçinde insan geçen, insanı konu edinen her şey tıpkı diğer canlı varlıklar gibi, kaynaklandığı doğayı beslemekle yükümlüdür. Elbette ki sanatların tümü insanı konu edindiği sürece ilgi çekecek, ve kitleleri etkileyecek kudrete sahiptir. Ancak sinemanın elinde bulundurduğu görselliğin ve bilinçaltıyla direk iletişime geçebilmenin gücü diğer tüm sanatların üzerindedir. Genel anlamda sinemanın gelişim tarihi incelendiğinde bu etki gücünün dünyanın çok önemli tarihsel süreçlerinde, toplumların kaderini belirleyecek pek çok konu için, insanların yönlendirilmesi amacıyla siyasi güçler tarafından da kullanıldığı görülecektir.
Bunun en önemli örneği İkinci Dünya Savaşı sırasında cephe gerisindeki ideolojik savaşın devamı için, radyo ve sinemanın kullanılışıdır. Taraflar sivil halk kitlelerini savaşa dahil edebilmek amacıyla kendi ideolojini yücelten ve kişileri etki altında bırakabilecek çalışmalar yapmışlardır. Savaşın iki önemli tarafı olan Almanya ve Rusya bu konuda yarışır hale gelmişler; almanlar Bismark üzerinden kahramanlık filmleri ile halkı yönlendirirken, Sovyet sineması da Rus tarihinin kahramanlarını yücelten ve vatan bilincini güçlendiren filmleri halka sunmuşlardır. Bu sayede savaş hem cephe de hem cephe gerisinde yürütülmüş, liderler halklarını istedikleri şekilde yönlendirip otoritelerini sağlamlaştırmışlardır.
İkinci dünya savaşını takip eden yıllarda yeni dünya düzeni otururken ve dengeler bugünkü haline yavaş yavaş yaklaşırken soğuk savaş dönemiyle birlikte özellikle Amerika müzik ve sinema ideolojik savaşın yeni materyalleri haline gelmiştir. Günümüzde dünya sinema endüstrisinin en önemli kilometre taşı kabul edilen Hollywood’un yapımlarının halen çok büyük kitleleri etkileyebilme, yönlendirebilme gücüne sahip olması üzerine tartışmalar sürmektedir. Konusu edilen tarihi örnekler sinemanın çeşitli otoritelerin yönlendirmesi ya da sanatçıların bireysel insiyatifi doğrultusunda toplumu yönlendirmesi üzerinedir. Bunun tam tersi özellikle her toplumun toplumsal sineması incelendiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
Sinema duyguların dışavurumunu en sağlıklı ve doğal yöntemle yapmanın yöntemidir. Her sanat gibi hayal gücüne dayanır elbette ancak gözlemin ve düşünce dünyasının sinemaya kaynaklığı da yadsınamaz. Bireyin düşünceleri sinemayı etkiliyorsa, toplum hayatı birinci elden sinemayla etkileşim içinde demektir. Bireyin bilim insanı objektifliğine sahip olduğunda bile toplumundan etkilenmemesi mümkün değildir. Hele ki sanatçı karakterindeki üreten insanın toplumundaki iyi güzel, ya da aksayan yönleri belirtmeden durması söz konusu olamaz.
Özellikle gelişmekte olan toplumların, yerleşmekte olan düzenlerindeki tüm eksik ve gedikler sinemanın gücüyle eleştirilir, çözümlenmeye çalışılır.
Aslında denilebilir ki bir toplumu anlamak için, sinemasına bakmak yeterlidir. Onda iyi güzel, hoş, ilgi çekici, kötü, yanlış, doğru ne varsa, sinemasında da o vardır. Belki bir fotoğraf kadar gerçek değil, belki bir miktar hayal gücüne bulanmış… Ancak ne olursa olsun, bir toplum aşkını, acılarını, mutluluğunu, hüznünü, savaşını, barışını sinema perdesinde yaşar. Tıpkı bir ayna gibi, bir toplumun bütün yansımalarının beden buluşunu izlersiniz sinemada. Kısacası, bir toplumun nefes alışıdır, yaşayışıdır sinema.
Bu da demek olur ki, hem ilk verilen örneklerden hem de bölgesel anlamda toplumların sinemayı etkileyişinden dem vurularak şunu söyleyebiliriz: Sinema ve toplum birbirlerini yaşatırlar. Elbette ki her güç için söylenen “Kontrolsüz güç, güç değildir.” Tümcesi sanatın her dalı için de geçerlidir. Yeni dünyanın gittiği yer, ülkelerin politikaları, dünyanın genel sorunları düşünüldüğünde, insanın içinden geçen her etkin güç gibi, sinemanın da doğru ellerde, doğru amaçlar için kullanılmasını dilemektir. Unutulmamalıdır ki Einstein Atom’u keşfettiğinde, onun milyonlarca insanın ölümüne sebep olabilecek bir kitle imha silahına dönüşebileceğini tahmin etmemişti. Sanatın yalnızca yaşamak ve yaşatmak adına kullanılabilmesi dileğiyle…
  Merve BAYRAKÇI
Bahçeşehir Üniversitesi
İletişim Tasarımı Bölümü
 (ALINTIDIR)




                                                           Yeni Çanakkale Filmleri


  *Savaş muhabiri Keith Murdoch, kanlı savaş meydanlarından uzaktaki konforlu, güvenli ve huzur dolu karargahlarında İngiliz komutanlar için savaşın bir oyuna dönüştüğünü; çünkü kendilerinin canının tehlike altında olmadığını söylüyordu. Murdoch, İngiliz Başkomutan Hamilton’ı Çanakkale Savaşları’nda onbinlerce insanın ölümünden sorumlu tutuyordu.
*Keith Murdoch, İngiliz komutanların yanlış kararlarının Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin kitleler halinde katledilmesine yol açtığını ortaya çıkardı; bunu yazmasıyla İngiliz başkomutanın işgal ordularını Çanakkale Yarımadası’ndan çekmesine ve İngiltere’de hükümetin düşmesine yol açtı.
*Keith Murdoch, Çanakkale Savaşı’nı bitiren, Çanakkale’de daha fazla insanın ölmesini engelleyen kişi olmuş ve tarihi değiştirmeyi başarmıştı. Keith Murdoch’un savaşın kaderini değiştiren başarısını çok yıllar sonra öğrendiğinde oğul Rupert Murdoch kelimenin tam anlamıyla büyülenecekti.
*“Tell England / The Battle of Gallipoli-Anlat İngiltere / Gelibolu Savaşı” (1931) ve  ”Gallipoli-Gelibolu”dan (1981) sonra Çanakkale Savaşları “The Water Diviner” (2014) ve “Queen of the Desert-Çölün Kraliçesi”ne de (2015) konu oldu.
*Osmanlı ordusunda görevli askerlerin çok büyük çoğunluğu okur yazar olmadığından Osmanlı askerlerinin Birinci Dünya Savaşı deneyiminden geriye günlük veya mektup gibi yazılı belge kalmamıştır.Bu da o günleri anlamak isteyenler için çok büyük bir kayıptır.
*** ***
Serüvenleri “Indiana Jones” filmlerine bile esin kaynağı olan, Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında, Ortadoğu’daki Osmanlı mirasının paylaştırılmasında ve bugünkü Ortadoğu haritasının çizilmesinde büyük rol oynayan kişilerden biri olan İngiliz kadın yazar, gezgin, arkeolog, haritacı, hükümet temsilcisi, casus Gertrude Bell (1868-1926)  Alman yönetmen Werner Herzog’un 2015 yılına yetiştirilmeye çalışılan “Queen of the Desert-Çölün Kraliçesi” adlı filminde Nicole Kidman tarafından canlandırılacak ; bu filmde yan temalardan biri Çanakkale Savaşı…Başka bir kadınla evli olan subay Charles Doughty- Wylie ile 1913-15 arasında bir dizi aşk mektubuyla belgelenen büyük bir aşk yaşayan ve hiç evlenmeyen  Gertrude Bell sevgilisinin 1915’te Çanakkale Savaşları’nda ölmesi üzerine bunalıma girmişti. Yaşamına aşırı dozda uyku hapı içerek kendi elleriyle son veren Gertrude Bell, Bağdat’taki İngiliz mezarlığında toprağa verilmişti.
*** ***
Russell Crowe’lu “The Water Diviner” 1919 yılında Türkiye’ye gelerek Çanakkale savaşlarında kaybolan oğullarının izini süren Avustralyalı bir babanın öyküsünü konu alıyor.
*** ***
İngiltere, çıkarları her tehlikeye düştüğünde, her fırsatta (1899-1901 arasında Çin’deki Boxer isyanında, Yeni Zelanda yerlileri ayaklandığında ya da Hollanda asıllı Güney Afrikalıları katletmek için) Avustralyalı askerleri cepheye sürmüş ve onların kanını akıtmıştı…
Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerler 1915’in Gelibolu’sunda İngiltere’nin çıkarlarını korumak için karaya çıktıklarında rüzgara açık kayalıklarla dolu bir sahilde bulmuşlardı kendilerini. Bunlardan 16 bin kadarı öldü ya da yaralandı. İngiliz generaller her türlü güvenliğe, konfora, rahata sahip cepheden uzak karargahlarında içkilerini yudumlarken İngiltere’nin sömürgelerinden gelen askerleri kitleler halinde ölüme yolluyorlardı.
Bugün kişisel servetinin 13 milyar doların üzeri olduğu hesaplanan ve 1985’te 20th Century Fox Şirketi’ni satın alan Avustralya asıllı işadamı Rupert Murdoch’un (1931 doğumlu) babası Keith Murdoch (1885-1952) o dönemde korkusuz bir savaş muhabiriydi; 1915’te Gelibolu’nun can pazarına, yeryüzü cehennemine, insan mezbahasına dönüşen sahillerini karış karış dolaşmıştı.
Keith Murdoch, İngiliz yüksek komutanların yanlış kararlarının Avustralyalı ve Yeni Zelandalı askerlerin kitleler halinde katledilmesine yol açtığını ortaya çıkardı; bunu yazmasıyla İngiliz başkomutanın işgal ordularını Çanakkale Yarımadası’ndan çekmesine ve İngiltere’de hükümetin düşmesine yol açtı.
Keith Murdoch, Çanakkale Savaşı’nı bitiren, Çanakkale’de daha fazla insanın ölmesini engelleyen kişi olmuş ve tarihi değiştirmeyi başarmıştı. Keith Murdoch’un savaşın kaderini değiştiren başarısını çok yıllar sonra öğrendiğinde oğul Rupert Murdoch kelimenin tam anlamıyla büyülenecekti.
Keith Murdoch babası Papaz Patrick Murdoch’un Avustralya Başbakanı Andrew Fisher’la (1862-1928) arkadaşlık ilişkisini kullanarak o sıralarda Mısır’da konuşlanmış Avustralyalı askerlerin dert, sıkıntı, şikayet,isteklerini öğrenmek ve dile getirmek için özel bir izin koparmıştı.
Keith Murdoch, Kahire’ye ulaştığında buradan Çanakkale’deki İşgal Ordusu Başkomutanı General Sir Ian Standish Monteith Hamilton’a (1853-1947) mektup yazarak Çanakkale’ye davet edilmesini talep etti.
Hamilton, Keith Murdoch’a olumlu cevap verince de Murdoch 2 Eylül 1915 Perşembe günü İmroz Adası’ndan (Imbros; Gökçeada) savaşa komuta eden General Hamilton’ın yanına ulaştı.
Murdoch, kısa sürede London Telegraph Gazetesi’nin aşırı içki tüketmekten erken yaşta ölecek savaş muhabiri Ellis Ashmead-Bartlett (1881-1931) ile arkadaş olmayı başardı.Bartlett, Keith Murdoch’un tanıklık notlarını, gözlemlerini ve İngiliz komuta kademesine yönelttiği suçlamaları içeren mektubu yakından tanıdığı İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith’e (1852-1928) ulaştırma görevini üzerine aldı.
Keith Murdoch, kanlı savaş meydanlarından uzaktaki konforlu, güvenli ve huzur dolu lüks karargahlarında İngiliz komutanlar için savaşın bir oyuna dönüştüğünü; çünkü kendilerinin canının tehlike altında olmadığını söylüyordu.
Murdoch Başkomutan Hamilton’ı onbinlerce insanın ölümünden sorumlu tutuyordu.
Keith Murdoch’a en büyük destek London Times (The Times) Gazetesi yöneticisi Lord Nortcliffe’den (1865-1922)  geldi…Lord Nortcliffe (uzun ismiyle: Alfred Charles William Harmsworth) Çanakkale Saldırısı’na en başından itibaren karşıydı; Keith Murdoch’un eleştirilerinin bunları duyması gereken herkes tarafından öğrenilmesi için kudretini ve nüfuzunu kullandı.
Kısa süre içinde Keith Murdoch’un eleştirilerle, suçlamalarla dolu mektubu İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith’e iletildi; mektup İngiltere bakanlar kurulunda hararetli tartışmalara neden oldu. Tartışmalara Keith Murdoch’un babasının arkadaşı olan Avustralya Başbakanı Andrew Fisher da katılacaktı… Savaştan sorumlu İngiliz Bakan Lord Kitchener (1850-1916) Çanakkale’den çekilmeye şiddetle karşı çıktığı gibi, “Çanakkale’den çekilirsek yakında Mısır’ı bile kaybederiz,” diyordu.
Ancak, Keith Murdoch’un mektubu taşları bir kere yerinden oynatmıştı; önce başkomutan Hamilton görevini bırakmak zorunda kaldı.Bir süre sonra da işgal orduları Çanakkale’den tümüyle çekildi.
Bu bir “İradenin Zaferi” öyküsü olarak tarihe geçti.
General Sir Ian Standish Monteith Hamilton’a göre Keith Murdoch’un mektubu İngilizlerin Çanakkale Savaşı politikasının değişmesine yol açan zincirleme tepkiler yaratmış ve sonuçta buradaki yenilgiye yol açmıştı!
(Rupert Murdoch ile daha geniş bilgi için William Shawcross tarafından yazılan “Medya İmparatoru Rupert Murdoch: Yaşam ve Yükseliş Öyküsü” adlı kitaba başvurulabilir)
*** ***
İngiltere Başbakanı Herbert Henry Asquith, Kenneth Branagh ile ilişkiye girerek O’nun Emma Thompson ile evliliğinin yıkılmasına yol açan ve şu anda yönetmen Tim Burton ile evli oyuncu Helena Bonham Carter’ın büyük büyük dedesidir…
Helena Bonham Carter, “The Wings of Dove-Güvercinin Kanatları” (1997) ve “The King’s Speech-Zoraki Kral”la (2010) iki kez OSCAR ödülü adaylığı elde etmiştir.
*** ***
Ernest Raymond (1888-1974) tarafından yazılan Şubat 1922’de yayınlanan “Tell England” adlı roman beyazperdeye de iki kez uyarlanmış ve ortaya çıkan ilk film 1931’de dünya sinemalarında gösterime sunulmuştu…Bu filmin adı:  “Tell England / The Battle of Gallipoli-Anlat İngiltere / Gelibolu Savaşı ”dır…
Çanakkale Savaşları döneminde İngiltere Başbakanı olan Herbert Henry Asquith’in  (1852-1928) oğlu olan  Anthony Asquith (1902-1968) ve Geoffrey Barkas (1896-1979) tarafından yönetilen “Anlat İngiltere /Gelibolu Savaşı”,  hem  1914-1918 yılları arasında üç milyonu Osmanlı İmparatorluğu yurttaşı toplam onaltı buçuk milyondan fazla insanın hayatına malolan  Birinci Dünya Savaşı üzerine yapılmış en müthiş filmlerden biridir, hem de ilk Çanakkale Savaşı filmidir…
Yönetmen, senaryo yazarı, sinemasever Halit Refiğ  bu satırların yazarına, “Çanakkale Geçilmez” adıyla Türkiye sinemalarında gösterilirken bu filme, gereken saygıyı göstermediğimizi ve Türkiye’de çekilen bazı ek, yama sahneler montajladığımızı anlatmıştı.
“Tell England” adlı roman yönetmen Peter Weir’ın ”Gallipoli-Gelibolu” (1981; Yönetmen: Peter Weir) adlı filmine de temel kaynak oldu.
Altı kez OSCAR ödülü adayı Peter Weir 1976’da Gelibolu ziyaretinde savaş sahasında dolaşırken bazı savaş kalıntıları da bulmuştu.
Peter Weir, “Gelibolu” filmi (1981) için gereken parayı Rupert Murdoch ile Robert Stigwood’un film yapım şirketi R & R Film’den ve Avustralya Film Komisyonu’ndan sağladı.
“Gelibolu” 2 milyon 600 bin Avustralya dolarına malolurken, Mel Gibson bu filmden ücret olarak 35 bin Avustralya doları aldı.
“Gelibolu”ya para akıttıktan birkaç yıl sonra dev Amerikan şirketi 20th Century Fox Film Stüdyosu’nu satın alacak olan işadamı Rupert Murdoch’un da (1931 doğumlu; serveti: 13 milyar dolar üzeri) Çanakkale Savaşlarına karşı özel bir ilgisi vardı;  Babası Keith Murdoch (1885-1952)  1915’te Gelibolu’ya Avustralyalı gazeteci olarak gelmiş ve buradan gazetelere yazdıkları, gözlemleri, tanıklıkları büyük yankılar uyandırmıştı.
“Gelibolu” filminin öteki yapımcı ortağı  Robert Stigwood ise “Jesus Christ Superstar” (1973), “Tommy” (1975), “Saturday Night Fever” (1977) , “Grease” (1978) ve “Evita” (1996) gibi çok başarılı beyazperde müzikallerinin Avustralyalı yapımcısıydı.
Peter Weir’ın “Gallipoli-Gelibolu”su Venedik Film Festivali’nde büyük ödül Altın Aslan için yarışacak ve Avustralya filmi “Gelibolu” Kuzey Amerika’da en yabancı film dalında Altın Küre ödülü adaylığı elde edecekti.
*** ***
Akademisyen yazar Erik Jan Zürcher “Ölüm ile Firar arasında / Osmanlı Askerinin 1. Dünya Savaşı deneyimi” başlıklı makalesinin bir yerinde şunları yazmıştır:
Son 25 yıllık süreçte, 1. Dünya Savaşı araştırmalarının geniş ve verimli alanında savaş tarihine belirli bir yaklaşım; Martin Middlebrooks’un ünlü “The First Day on the Somme” (1971) adlı çalışmasıyla John Terraine’in çeşitli çalışmalarıyla özetlenebilecek yaklaşım popüler hale gelmiştir. Savaş deneyimine odaklanmak için savaşın sosyal tarihinin yazılması girişiminde 1. Dünya Savaşı’na “aşağıdakilerin” deneyimleri incelenerek yaklaşılır. Siperlerde hizmet vermiş, ambulansları kullanmış ve fabrikalarda mermi üretmiş insanların bakışına öncelik veren bir yaklaşımdır bu…
Tarihin bu tarzda yazımı için Avrupa’da mektuplar, günlükler, hikayeler, şiirler, tablolar, otobiyografiler (anılar) ve sözlü tarih gibi bol miktarda materyal mevcuttur. Osmanlı İmparatorluğu’nda ise tamamen farklı bir durum söz konusudur ve basit bir sebebi vardır. Osmanlı ordusunda görevli askerlerin çok büyük çoğunluğu okur yazar değildi.(…)
Birliklerde bazen onbaşı veya çavuşlar resmi yazıcı işlevi görüyor; kendilerine dikte edilen mektupları yazıyorlardı. Ancak köylerden cepheye yeni gelenlere haberlerin sözlü olarak verilmesi daha yaygındı. Aynı şekilde taburcu edilen veya tedavisi süren askerler de mesajları aynı şekilde alıyordu. Bütün bunların anlamı, Osmanlı askerlerinin geriye günlük veya mektup gibi yazılı belge bırakmamış olmasıdır. Ayrıca resim yapmanın Sünni İslam tarafından hoşgörülmemesi nedeniyle elimizde herhangi bir çizim de yoktur. Türkiye’de sözlü tarih yaygın olmakla birlikte son üç dört yıllık dönemde daha çok yazılı belge, 1. Dünya Savaşı araştırmalarında kullanılmaya başlanmıştır.
Osmanlı askerinin hayatta kalmaya çalıştığı koşulları anlatan birkaç kaynak vardır ama tek istisna dışında hepsi tipik “tepeden aşağıya” tarzında dökümanlardır. Dolayısıyla savaşı yüksek rütbeli subayların bakış açısından anlatırlar.
Ali İhsan Paşa, Cemal Paşa, Ahmet İzzet Paşa (Furgaç), Selahaddin Adil Paşa, Halil Paşa (Kut), Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Kazım Karabekir Paşa gibi Osmanlı subayları ile Liman von Sanders, Kress von Kressenstein, Kannengiesser, von Gleich, Guhr, Guse, von Seeckt gibi Alman subayların, hatta Pomiankowski gibi Avusturyalıların yazdığı hatıralar ve otobiyografiler de mevcuttur.
Önemli bir kaynak da, Osmanlı İmparatorluğu’na hizmet veren ve sayıları 18 bin ile 20 bin arasında olduğu tahmin edilen Alman askeri misyonu üyelerinden oluşan Asya Gazileri Derneği’nin yayınladığı bültenlerdir. Ayrıca aynı derneğin yayınladığı “Kafkaslarla Sina Çölü Arasında” adlı yıllıklar da bir başka kaynaktır.
Alman – Osmanlı ittifakının karmaşık yapısı bugüne kadar geniş olarak araştırılmıştır ama bu çalışmalar temelde diplomatik olup doğası gereği çok fazla askeri içerikli değildir. Osmanlı’nın savaşta gösterdiği çabalarla ilgili olarak, Ankara’daki Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı Savaş Tarihi ve Stratejik Araştırmalar Başkanlığı tarafından yayınlanan geniş kapsamlı resmi tarih vardır. Ancak belirli çarpışmalara ve cephelere ağırlık verilmiş olması nedeniyle bölgesel tarih niteliğinde olup 1. Dünya Savaşı’nın genelini vermekten uzaktır. Türkiye’de bu alanda gösterilen çabaların daha çok 1919 ile 1922 arasındaki İşgal ordularının Türkiye’den sökülüp atılmasına odaklandığı görülür. 1. Dünya Savaşı’na ise İstanbul’da iki savaş arası dönemde yayınlanan Askeri Mecmua isimli yayının tarih bölümlerinde bir miktar yer verilmiştir. 1955 yılına kadar Türkçe dilinde 131 yayın çıkmıştır. Bu miktar ise, aynı dönemde İngilizce, Fransızca ve Almanca yayınlanan yayınların sadece binde ikisine denk gelir.
Avrupa dillerinde Osmanlı savaşının tek detaylı tarihi, Maurice Larcher’in “La guerre turque dans la guerre mondiale” (Paris, 1926) adlı kitabında yer alır. Savaşın ekonomik ve sosyal tarihi için Ahmet Emin Yalman’ın “Dünya Savaşı’nda Türkiye” (Yale, 1930) adlı kitabı öncelikli ve vazgeçilmez bir kaynaktır.
Türk Genelkurmayı arşivleri yabancılara (ve aynı zamanda birçok Türk araştırmacısına) tamamen kapalıdır. Yabancı arşivler arasında Freiburg’daki Alman askeri arşivleri (Bundesarchiv-Militararchiv veya kısaca BA-MA) emsalleri arasında en iyisidir. Bununla birlikte bunların da kendine özgü sınırlamaları vardır. Birinci Dünya Savaşı’ndaki Alman İmparatorluğu’nun kendine ait ulusal kara kuvvetleri olduğu pek söylenemez. Sadece deniz, hava kuvvetleri ve sömürge birlikleri emperyal kuvvetlerdi. Ordunun geri kalanı ise, Prusya, Bavyera, Württenberg ve Saksonya birliklerinden meydana geliyordu. Bunlar normalde birbirinden ayrı birimler olup, savaş zamanında genelkurmayın tasaruffuna verilmekteydi. Bunun sonucu olarak Alman İmparatorluğu’nun herhangi bir merkezi arşivi yoktu. Askeri birlikler temelinde en önemlisi hiç kuşkusuz Prusya’ydı. Ne yazık ki, Nisan 1945’te Almanya bombardımanla dümdüz edilirken, müttefiklerin Potsdam’a düzenlediği hava baskını sırasında Prusya ordusuyla ilgili belgelerin yüzde 98’i yok oldu. Ortadoğu’da hizmet veren Alman subayların büyük çoğunluğunun Prusyalı olması nedeniyle bu büyük bir kayıptır.
Az sayıdaki Bavyeralı subay için (ki aralarında Kress von Kressenstein da vardır) Bavyera Kraliyet Ordusuyla ilgili belgelerin korunduğu Münih’teki Bavyera Eyalet Merkez Arşivleri’ne başvurmak faydalı olacaktır.
Hollanda Devlet Arşivlerinde, İstanbul elçiliğinden gelen politik raporlara başvurdum. Hollanda’nın tarafsız olması ve bu konumunun 1. Dünya Savaşı boyunca devam etmesi nedeniyle bu ülkedeki arşivler araştırmalarıma bazen ilginç bilgiler sundu.
Bu kaynakların hepsinin ortak yönü, “tepeden aşağıya” vizyonunu paylaşmasıdır. Böyle bir vizyona sahip oluşları, onları savaş deneyiminin realitelerinden uzaklaştırır. Çünkü savaştaki kayıpları acı verici ölümler olarak görmek yerine insan gücü kaybı (istatistik) problemi gibi görürler. Askerlerin yaşam koşullarına kayda değer dikkat gösteren tek subaylar, imparatorlukta hizmet vermiş olan Alman doktorlarıdır.
Dolaylı yoldan da olsa askerlerin sesini bize ileten tek kaynağın, Mısır ve Mezopotamya cephelerindeki İngiliz askeri istihbaratı ile Selanik, Dardanel (Çanakkale) ve İran’daki keşif birliklerinin gündelik ve haftalık “istihbarat özetleri” olduğu söylenebilir. Bu istihbarat özetlerinde ajanların raporları ve tarafsız gezginlerin verdiği bilgiler temel alınmıştır. Ayrıca Osmanlı savaş esirleriyle asker kaçaklarının sorgulanmasından elde edilen bilgiler ile Osmanlı savaş esirlerinin mektuplarını da içerir.
Yazının daha önceki bölümlerinde Osmanlı askerlerinin büyük kısmının okuryazar olmadığı belirtildiği için bir çelişki var gibi gözükebilir. Ancak bu noktada savaş esirleri ile asker kaçaklarının büyük kısmının Ermeniler olduğu unutulmamalıdır. Ermeni ve Rumlar arasındaki okur yazarlık oranı, kırsal kesimde bile Müslümanlardan daha yüksektir.





Alıntıdır:  Hakan Sonok 




   

13 Nisan 2014 Pazar






Şimdi  şöyle bir düşünün Türkiye neden dünyanın en prestijli film ödülü olan Oscar'a
aday gönderemiyor ? Sorun oyuncu seçimi , konu seçimi vs. olmadığı kesin fakat şöylede bir algı var ki
fazla para harcandığında iyi bir yapımın ortaya çıkacağı çok yanlış bunu Yılmaz Erdoğan'ın Kelebeğin Rüyası
filminde fazlasıyla gördük , film konu açısından daha da iyileştirilebilir teknik açıdan daha da geliştirilebilirdi aslında konu seçimi doğru sayılabilir fakat daha iyi olabilirdi dememek de içten değil ...


Sinemamızın en iyi genç oyuncularıyla bundan daha fazlası elbette yapılırdı.
Yılmaz Erdoğan'ı eleştirmekten ziyade saygıda duyuyorum çünkü son yıllarda Oscar'a vs ödüllere
gitmesi en olası filmlerde görev aldı ve bu kararlılığını sürdürmesi takdire şayan fakat bulunduğu bir 
diğer yapım ise Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu 'da filmiydi , film Cannes 'da Altın Palmiye 'yi
haketmesine rağmen Büyük Jüri ile yetindi . 


Fakat akademinin ülkemize karşı tutumu olduğunu söyleyenler bir nebze de olsa
haklılar . Kendi kültürlerini , geçmişlerini yücelten filmler onlar için ön planda ya da ülkesinin eksik 
yanlarını gösteren diğer ülkelerin filmleri onlar için ön planda demek de yanlış sayılmaz.


Fakat son yıllarda sinemamız gelişiyor ve büyüyor bu durum beni Oscar başta
olmak üzere birçok ödüle yaklaştığımızın sinyallerini veriyor diye düşünüyorum. Tayvan , İran , Avusturya 
Kanada ... gibi ülkelerde Oscar sahibi Türk Sinemasının bu ülkelerin sinemalarından bir eksiği yok hatta birçok konuda fazlası var . 

Neyse şunu anladık ki  Oscar'a gitme şansı maliyeti yükseltmekle doğru orantılı değil ...

Ama inanıyoruz ki en geç 3-4 sene içinde Oscar elimizde olucak kazananı şimdiden tebrik ederim :)


Teşekkürler
Oğuzhan KOÇ



                                             
                                                    GİŞEDE BU HAFTA TOP 10
                                            
                                            BOX OFFİCE THİS WEEK TOP TEN 

                                                                                                                    (HaftaSonu)       (Hasılat) 
                                                                                                                   Weekend            Gross
   

   1.) Captain America: The Winter Soldier (2014)                         $41,4 M          $159 M 



    2.)  Rio 2 (2014)                                                                                    $39 M                $39 M


   
    3.)  Oculus (2013)                                                                $12 M               $12 M



   
   
   4.)  Draft Day (2014)                                                           $9,8 M               $9,8 M




  
   5.) Divergent (2014)                                                           $7,5 M               $124,9 M



    
   6.)  Noah (2014)                                                               $7,4 M                 $84,9 M





   7.)  God's Not Dead (2014)                                                $4,5 M                  $40,7 M





   8.) The Grand Budapest Hotel (2014)                                     $4 M                     $39 M





   9.)  Muppets Most Wanted (2014)                                        $2,2 M                 $45,7 M





  10.)  Mr. Peabody & Sherman (2014)                                      $1,8 M                  $105 M



   






                                                             FİLMMAKİNG 


 Filmmaking (or in an academic context, film production) is the process of making a film. Filmmaking involves a number of discrete stages including an initial storyidea, or commission, through scriptwritingcasting, shooting, editing, and screening the finished product before an audience that may result in a film release and exhibition. Filmmaking takes place in many places around the world in a range of economicsocial, andpolitical contexts, and using a variety of technologies and cinematic techniques. Typically, it involves a large number of people, and can take from a few months to several years to complete.


 Film production involves several major stages:[1]
  • Development — The first stage in which the ideas for the film are created, rights to books/plays are bought etc., and the screenplay is written. Financing for the project has to be sought and greenlit.
  • Pre-production—Preparations are made for the shoot, in which cast and film crew are hired, locations are selected, and sets are built.
  • Production—The raw elements for the film are recorded during the film shoot.
  • Post-production—The images, sound, and visual effects of the recorded film are edited.
  • Distribution—The finished film is distributed and screened in cinemas and/or released on Home entertainment ...    

           

                                                        Thanks :)


















               
                                                        Cinema Of  Turkey



            Turkish cinema is an important part of Turkish culture, and has flourished over the years, delivering entertainment to audiences in Turkey, expatriates across Europe, more recently prospering in the Arab world and in rare cases, the United States.
Yeşilçam ("Green Pine") refers to the old Turkish film industry.


      

                                                  Directors



 
  • Atıf Yılmaz
  • Bilge Olgaç
  • Caner Alper
  • Çağan Irmak
  • Ertem Eğilmez
  • Ertem Göreç
  • Fatih Akın
  • Ferzan Özpetek
  • Halit Refiğ
  • Hulki Saner
  • Kartal Tibet
  • Kerem Topuz
  • Kutluğ Ataman
  • Lütfi Ömer Akad
  • Mehmet Binay
  • Memduh Ün
  • Metin Erksan
  • Nejat Saydam
  • Nesli Çölgeçen
  • Nuri Bilge Ceylan
  • Osman Sınav
  • Ömer Kavur
  • Tekin Girgin
  • Reha Erdem
  • Remzi Aydın Jöntürk
  • Semih Kaplanoğlu
  • Sinan Çetin
  • Süreyya Duru
  • Şerif Gören
  • Tomris Giritlioğlu
  • Tunç Başaran
  • Türker İnanoğlu
  • Ümit Ünal
  • Yavuz Özkan
  • Yavuz Turgul
  • Yeşim Ustaoğlu
  • Yılmaz Güney
  • Zeki Demirkubuz
  • Zeki Ökten


                   Turkish Cinema's legend actors Kemal Sunal , Şener Şen , Tarık Akan , Kartal Tibet,
Türkan Şoray ,Fatma Girik , Filiz Akın , Hale Soygazi , Hülya Koçyiğit , Cüneyt Arkın , Ediz Hun , 
Ayşen Gruda , Ekrem Bora , Hulusi Kentmen , Yılmaz Güney , Müjde Ar , Nebahat Çehre , Zeki Alasya,
Metin Akpınar , Belgin Doruk , Kadir İnanır , Hülya Avşar , Gülşen Bubikoğlu , Emel Sayın ...




                Turkish Cinema' legend movies Hababam Sınıfı , Duvar , Gelin , Yol ,Sürü , Umut , Muhsin Bey
Uçurtmayı Vurmasınlar , Selvi Boylum Al Yazmalım , Yılanların Öcü , Uzak , Eşkıya , Anlat İstanbul, Türev,
Masumiyet , Mayıs Sıkıntısı , Duvara Karşı , Gönül Yarası , Kasaba , Beş Vakit , Şekerpare , G.O:R.A , 
Babam ve Oğlum , Beyaz Melek , New York'ta Beş Minare , Hokkabaz , Recep İvedik ,Kurtlar Vadisi Irak,
Sınav , Vizontele , Kaybedenler Kulübü ...


               Turkish Cinema's Won and Nominees Awards and Festıvals : Antalya Golden Orange the 
most famous film festival for Turkey and Adana Golden Boll importnt movie film festival for Turkey ...
1982 year Golden Globe's nominees film Yol greatset movie 's  director Şerif Gören but scenario has
Yılmaz Güney , Nuri Bilge Ceylan's movies Uzak , Once Upon Time İn Anatolia won Cannes Film Festival
Grand Prix , Metin Erksan 's movie Susuz Yaz won Berlin İnternational Film Festival Golden Bear ...


                              

                                                                 TÜRKAN ŞORAY Actress 


  

FİLİZ AKIN Actress


FATMA GİRİK Actress


GÜLŞEN BUBİKOĞLU Actress 




                       

                                                                     


  


                                                            EMEL SAYIN Actress

  

HALE SOYGAZİ Actress 


HÜLYA KOÇYİĞİT Actress


MÜJDE AR Actress


     


                      

                                                                 HÜLYA AVŞAR Actress 

     
                    

CÜNEYT ARKIN Actor


KADİR İNANIR Actor 


KARTAL TİBET Actor


EDİZ HUN Actor


EKREM BORA Actor


YILMAZ GÜNEY Actor


TARIK AKAN Actor


KEMAL SUNAL Actor


ŞENER ŞEN Actor 



Thanks :)